23 Kasım 2007 Cuma


Sevgili Vahit AKÇA arkadaşım, şiirin karikatürünü çizmekle kalmıyor, hayatın da “şiir”ini yazıyor. (Yoksa, “karikatürün şiiri”ni mi deseydim.?)
* * *
“Şimdi bu laf nerden çıktı?” derseniz Sevgili Dostlar, kısaca açıklayayım:
Şiirimize, kendine özgü bir renk ve ses katan Orhan VELİ’yi siz sevgili dostlarla yad etmek adına hazırlık yapmaktaydım. O’nun, “Deniz yırtılır kimi zaman, / Bilmezsiniz kim diker; / Ben dikerim.” biçimindeki dizelerini yeniden okurken,
şu düşünceler geçti aklımdan:
Çizgilerine şiir tadı katan Vahit, ’yırtılan denizi şair hüneriyle diken Orhan VELİ’nin’ söz konusu dizelerini; karikatürcü hüneriyle, yani çizgiyle anlatsa... ah ne iyi olur.!. iyi olmakla kalmaz, yeni bir pencere açar: şiirlerin içinde resim, resimlerin içinde şiir olduğunu işaret eden bir pencere...”
...
Sonrasında... gelen iletileri görmek için posta kutumu açtım.
Vahit Arkadaşımdan bir mektup...
Öyle böyle bir mektup değil... Bencileyin birine, -yukarıdaki- ilk satırları söyleten bir mektup... Edebî tat ve değeri olan bir mektup...
Değerli arkadaşımızın hoşgörüsünü dileyerek, MİZAH VE ŞİİR Dostları ile paylaşmak istiyorum bu mektubu.
Teşekkürler ediyorum kendisine...
Gribal rahatsızlığına dayalı olarak da -yeniden- geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.
* Söz Vahit AKÇA’da...
...................... sevdakâr çelik
-->
Merhaba Sevdakar,

Yanıtlamakta geciktim ama yine aynı dertten...
böyle ufak tefek şeylere (küçümsediğimden değil tabiî ki) pek pabuç bırakmasam da, bu kez bir şeyleri ıskalamış olmalıyım ki, fena yakalandım.. yorgun zamanımı kollamış namussuz...! neyse ki hastalıktan geriye kırmızı kocaman bir palyaço burun ve boru gibi bir ses kaldı sadece.. nane, limon tavsiye etmişsin sağol, hakikaten de hayat kurtarır bunlar.. her ne kadar bilimsel ilaçları reddetmesek de bitkisel hayatın(!) faydası da oluyor böyle... 'görüş günü’ne dair:
Bir şeylere girişirken küçük çapta araştırmalar yapıyorum her zaman. bu kez elim hiç bir şeye değmedi.. Bu da üretkenliği baltalıyor. MIZAH VE ŞİİR'den, diğer sitelerden izliyorum işte.. Enver Gökçe'yi kaçırdığımı da görüyorum... onun görüş günü”, beni her zaman azalmayan bir duyguyla etkilemiştir..
2000’li yılların başında anılarımı yazmaya karar vermiştim. bölük pörçük de olsa bir kenarda duruyor şimdilik.. ufaktan ufaktan eve gelip gittikçe bir iki satır karalıyorum.. Montaigne’in denemelerinin bazı bölümlerinde olduğu gibi, iki satırda olsa o gün için bir kazanım oluyor.. iyi ki yazmışım o iki satırı diyorum... kuşkusuz herkes için bir yeri vardır, ‘görüş günü’nün. benim için de öyle.. bir dönem içinse önemli ve duygusal bir anlam da taşır:
%%%
“...babam çok erken saatlerde kalkar, şehrin epey dışındaki askeri cezaevine yürüyerek gelirdi. Minibüslere rağbet etmezdi pek. Araçlarıyla gelenlerin davetlerini de teşekkür ederek reddeder, düşünceleriyle arkadaşlık ederek yürürdü.. kış günlerinde çok ısrar etmişler; ‘Sabri Bey buyrun” diye ama o inatla “hep yürümek istedim” diye anlatırdı...
&&&
yalnızlığımı mı anlamak isterdi?...

&&&
...bir görüş gününde o’ndan bahsetti hep..
-“o gün epey kaldı bizde, ne çok şey anlattı... uzun uzun konuştuk” dedi gözleri dolarak..

-“baba, onu sahiplenmeniz ne güzel, o benim her şeyim, sevginizi eksik etmeyin yeter” diyebildim..
Babam;
&&........& -“Salı günü, Ayşe ile Tasvir hanımlar (içerde birlikte kaldığımız bazı arkadaşların anneleri) bize gelmişler. “Hikmet hanım, gizlice sokarız, görüşsün çocuklar, böyle olmaz” demişler.. “Anan çok sevindi ama nasıl yaparız bilemiyorum.”
&&&
Bunu duyunca yüreğimdeki heyecan arttı, gözlerim ışıl ışıl oldu.. Biliyorum dayanamaz babam, getirir onu, ben de özlem doluyum ama zaten çok yoruluyor bir de böyle bir sorumluluk.. olur baba diyemedim..
&&&
O aralar (1981’in şubat- mart ayları) bir kaç ucube dava için de, küçük askeri cip ile Lüleburgaz cumhuriyet savcılığına gidip geliyorum... ohoo, ne buldularsa dava açmıslar! Çocukluğumuzda koşup oynadığımız, ilk gençlik yılları yazıya, afişe çıktığımız bahçelikler, sokaklar, caddeler, naylon bir camın ardından ne kadar puslu ve ruhsuz... hiç bu kadar hızlı ve duygudan yoksun bir şekilde geçmemiştim buralardan.. dolu dolu yaşanmışlıklar vardı her adımında... şimdi insanlar ne yapıyor? Hiç bir şey olmamış gibi dolaşıyorlar mı? tanıdık bir yüz görebilsem.. görebildiğim tek tanıdık yüz savcının yüzü..
&&&
görüş günlerinde, önceden haber veriyorum babama, şu gün şu dava, bugün bu dava var diye... belki onu görürüm... eften püften sorgulamalar savcılıkta çarçabuk hallediliveriliyor o sıralar.. kışla ile savcılık arası bir saat bile sürmüyor bu yüzden.. olsun yine de razıyım... fazla dava göz çıkartmaz, diğer arkadaşlardan daha -mı-şanslıyım..!
&&&
...Bahar, kokularıyla geliyor.. içeri girişimiz sekiz ayı geçti... her şeye alıştık. Hatta mahkeme de umurumuzda değil neredeyse. Ben de takmıyorum artık kafaya ama yine de bir haber gelse...
&&&
beklediğim haber bir türlü gelmiyor ama, yine bir görüş gününde onun kadar güzel bir şey geliyor..!”
&&&
bugün yine o günlere gittim ve uzun uzun düşünmek istedim.. duygu yüklü anıları.. bize güzel günler göreceğimizi düşündüren umudumuzdur... şimdi anı olan yasadığımız o yıllar, ilk gençlik yıllarımızın başında, görmek umudu taşıdığımız ‘güzel günler’ değil miydi?.. umutlar tükenmiyor işte...
&&&
Ulucanlar Cezaevi etkinliğinden dönüşünde, kaleme dökülen şu satırlarımı anımsıyorum:
&&&
görüş penceresindeki o yüzün hayali
“dışarıya uçurulan zarfsız mektuplar”da
güzel bir dünya umudunu yansıtır inatla...
&&&
bizleri ayakta tutan da, düşüncelerimizdeki inadımız ve umudumuz değil mi?
&&&
inatla ve umutla...
vahit
22/11/07

Hiç yorum yok: