8 Aralık 2009 Salı


Görkem ERCAN'dan  mektup:HAYATTIR KENDİNİ YENİLEYEN & "İki Bülbül Bir Karga "


HAYATTIR KENDİNİ YENİLEYEN
Sevgili (...) Uzaktaki Yakınım,
Bahar öylesine çabuk geldi ve gitti ki, ardında düşe kalka büyüyen umutlar bırakarak tabii...
Sessiz bir yaz var şimdi kapıda , havayı soracak olursanız "Bir içim su.!.” derim, mutlu olmamak kaçınılmaz böylesi aylarda.
En son nerede bıraktım sizi, en son ne zaman başladım yazmaya, bunları merak ediyoruz öyle değil mi? 
 Güzel şeyler oluyor hayatın her dakikasında, belki de ben, oluşan güzellikleri fark ettiğim için olacak, bilemiyorum... Yeni adımlar, yeni insanlar, yeni hikâyeler ve her şeyden özeli yeni kelimeler.
Evet, yeni kelimelere değiyor gözlerim, onları cümleler içerisinde kullanmak için can atıyorum şimdiden. İspanyolcadan söz ediyorum. Bir bavula birden fazla dil sığdırabilmenin verdiği mutluluğu, o ülkelerin yazarlarını daha iyi anladığımda da yaşıyorum. Lorca'nın acısını daha iyi hisseder oluyorum derinimde, Hernandez'in oyunlarını seyrederken gözlerim dolup dolup boşalıyor ve bunlar yeni bir dili öğrenmiş olmanın beraberinde getirdiği büyük artı sayesinde oluyor şüphesiz.
Dünyada ne kadar dil varsa hepsini konuşabilmeyi isterdim küçükken, şimdi ise sessizliğin kalbinde yatan huzuru arıyorum.
Yormaya başlıyor hayat, her defasında gücüme güç katarak, belki de bu yüzden ses etmiyorum. Dünya ağır geliyor demiyorum, böyle anlaşılmasın, hangi yaşta olursam olayım, omuzlarımda taşımaya razıyım onu. Kafamın içindeki dünya ağır gelmeye başlıyor bazen. Fazla düşünmek duyguları yıpratıyor ancak, bunu öğrendim. Ziyan olmasınlar diye duygularımı zaman zaman döktüğüm oluyor beyaz kâğıda lakin mürekkebin de biteceği tutuyor bazen.
Yarıda kalmış pek çok şey var, tamamlanmak istemeyen. Biriktirdiklerim sığmaz oldu ele avuca. Yarın sabah erkenden kalkıp yürüyeceğim. Sizin için de çekeceğim lavanta kokularını ciğerlerime. Bir de bakmışsınız ki lavanta tadında şiirler uçup konmuş ellerinize.
Akdeniz'den emsali görülmemiş düşler gönderiyorum size ve sevdiklerinize.
En kısa zaman diliminde birleşmek üzere , esen kalın.

Uzaktaki Yakınınız,
Görkem
Fransa / 18 Haziran 2011_ 01:39
***====================================================================================***
görkem ercan_" İki Bülbül Bir Karga "
Kim derdi ki bir gün yolum , tarihin baslangıç noktasına düşecek diye ?
Kim derdi ki cebimden çıkar(a)madığım ellerim, yedi yüz senelik kol kemiklerine dokunacak diye?
Kim derdi ki bir gün , düşlerimde gördüğüm , en tatlı gerçeğe dönüşecek diye?
 Bin iki yüzlü yıllarin ortası... Asırlık binanın temelleri atılır. İçine altı tane sıfatsız öğrenci konur ( sene 2009_ öğrenciler hâlen sıfatsız ya , neyse...) . Alkol alıp mezarları açar, bir kaç tane taze cesedi yoklar , ellerinin soğuktan titremelerine rağmen gördüklerini çizer ve şenliklerde kurulan ziyafet sofralarında çizdiklerini masa üzerine yayarak âhaliye gösterirler. Üçüncü Philippe, nam-ı diğer cesur Philippe, eline görkemli bir kılıç alır, " Bu, bu ve bu " diyerek beğendiklerini heykel hâline getirtir , daha sonra da düşman evlerine "Topraklarımızdan vazgeçin yoksa organlarınızı ortaya dökerim " gibilerinden mesajlar vererek caydırma politikaları uygular heykelleri göndererek. Gel zaman git zaman öğrenciler kendi öğrencilerini yetiştirir ve hızlı bir üremenin sonucu olarak etrafı kaplayan beyaz gömlekliler arasında kopulması neredeyse imkânsız bir bağ kurulur. Karşı binanın sahibeleri eczacıbaşililar ve sübyanlari botanikçiler onlardan geri kalır mı hiç ? Bir dostluk zinciri de onlar örerler belik belik. İki bina arasındaki bitmek bilmeyen kavgaların arasına meydanda yapılan içki içme turnuvaları girince , içkiye haram diyen kendini bilmez bir grup türeyiverir. Her güzel şey gibi, bu güzel turnuvalar da son bulur ve talebeler güçlerini birleştirerek içkiyi tanımamazlığa veren bu gruba karşı yekvücut olmaya karar verir. İşte tam da o yıldan beri tıp ve eczane fakültelerinin arasında her şeye karşı birlikte mücadele etme zihniyeti ve anlaşılamayacak kadar samimi bir ilişki bulunmaktadır. Yalnız akıllara durgunluk veren dikkat çekici bir diğer öge, fakültelerin kendi içlerinde yaşadığı karışıklıklardır. Birbirlerine karşı soğuk duran öğrencilerin psikolojilerini anlamak bir hâyli güçtür. Aslında kendine göre bir açıklaması yahut bir bahanesi vardır bu garip durumun. İlk yılın sonunda gerçekleşecek olan sınav panik ve kankardeşi stresein ekmeklerine yağ sürdüğünden alıp başını giden hırs , efendime söyleyeyim bir çatışma havası tabii ki en büyük etkendir. Dedikodu yapıyormuş dedirtecek değilim kendime. Hoş! Burada durmasına durabilirim ama durum başka yerlerde nasıl diye soranlar muhakkak vardır eminim. Bir Hacettepe Tıp , bir Selçuk Üniversitesi Tıp, bu gibi fakültelerde her şey yolunda mı diye meraktan çatlayanlar sakin olun, baslıyorum oraları da anlatmaya (üniversitelerin adlarını verirken epey düşündüm bu arada , reklama kaçmayı asla istemem ama bu üniversitelerde okuyan arkadaşlardan alınca bilgiyi mecbur bilgi kaynağı diye ekleyeyim dedim ).
Bilen bilir , Türkiye'deki üniversiteler, nazarım değmesin , baba felsefelerin konak yeri gibidir mübarek. Ne gibi mi ? Bugün hepimizi ilgilendiren , sosyo ekonomik tarafı ağır basan bir felsefe var her şeyden evvel yurdum fakültelerinde. Belki de öğrenci yurtlarından başlamalı çekirdeğe inebilmek için :)) " Doğuştan fakir olanın tuzu kurudur. Fakirliğe " Merhaba " diyenin kurutacak tuza duyduğu sevda içler acısıdır. " El bebek gül bebek büyüyen genç bayanların ve bayların camii avlusundan beter öğrenci evlerinde bir kap sıcak yemeğe ve iki tatlı ana-baba öğüdüne besledikleri hasret hangimizin kulağina yabancı? Elin memleketinde elli farklı jenerasyonun gelip geçtiği masalarda beyinlerine ilim nüfûz edilirken, Türkiye'de her on senede bir araç gereçlerin yenilenmelerine rağmen sağlam kalmadıklarını bugün benden öğrenecek değilsiniz öyle değil mi? Bir de öğrenci harcı dedikleri bir zımbırtı var , üstelik çesit çesit. Bölümün neyse ona göre cûzi bir miktar ödüyorsun . Fransa'da bir kereye mahsus olmak üzere dört milyon kadar ödeyerek (devletten aldığın parayı devlet okuluna yatırıyorsun oysa ki Türkiye'de büyüklerinin alın terini kime ne diye verdiğin aşikâr , neyse parantezi burada kapattım bile ) eğitim hayatın boyunca istediğin fırsatlardan dilediğince yararlanabilirken yurdumda , onca parayı ne şekilde değerlendirdiklerini merak etmeden kendini alamıyorsun bir türlü. Toplu şekilde gömülüyorlarsa nereye? Altın alınıpbozduruluyorsa kimin için? Rakı masalarında çarçur ediliyorsa kimlerle? Vb vb vb vb... Sıra geldi ege meselesine :))"Karşit görüşlü öğreciler arasında çıkan kavgada altı öğrenci tutuklandı, sekiz öğrenci hakkında soruşturma baslatıldı"... Fakültelerden aldığımız haberlerden yalnızca biri. Uygarlık seviyesini yükseltecek zaman öğrencilerde yok , kavgadan baslarını alamıyorlar ki garipler. Kimse de adil bir çözüm sunmuyor onlara. Fransa'da, Almanya'da , Amerika'da , Polonya'da , Avusturalya'da ve daha bir çok ülkede bu tür haberler duyulmuyor mu peki? Elbette "Haaaaayiiiiir!!!" denilemez ama sağcılık solculuk meselelerini meseleden saymadıkları resmen kabak gibi ortada. Ağızdan farklı bir şey çıkınca "hoşttt !!" diyerek öğrenciyi başından savmıyor hiç kimse. Henüz anasınıfındayken öğretiliyor karşıdakini dinleyip anlama. Orta okulda düzenli aralıklarla yapılan münazaralarda, tartışmaya girmeden fikirlerin nasıl savunulabileceği aşılanıyor çocuklara. Liseye varıldığında ise dalında duramayan meyve yere bırakıyor kendini. Gandi'nin baktıkça kendinden geçiyor yattığı yerde.
Fotoğraflarda her zaman mutluluklarla karşılaşabilmek imkânsızdır tabii. Popper abiye göre doğrunun doğruluğundan emin olamayız ama yanlışın doğruluğundan emin olabiliriz ( bakınız falsifikasiyonizm , bir nevi reddetme ) her daim. Yani tek bir mutsuz fotoğraf varsa ortada , bütün fotoğraflarda mutluluğu temsil edenleri aramamamız gerektiğini biliriz. İşte o hesap birazda. Neşeyle anlatılan üniversite hatıraları traji-komik hikâyelerdir çoğu kez. Ama her şeye rağmen anlatılırlar. Yiğidi öldür hakkını yeme tarzında komik anılarda vardır şüphesiz. Misal , staj yapmak için görev aldığı acil servise belini tutarak gelen yaşlı teyzeye " Neyiniz var teyzecegim ? " diyerek tüm iyi niyetiyle sorusunu soran arkadaşa , "Sen de bilmiyorsam ben nereden bileyim aa gızım" diyerek karşılık veren tonton teyzeyle Montpellier'de karşılaşabilmeyi çok isterdi bu gönül. Yahut, "Dallarimda mökkem bir ağrı var, iki çiğnetsek geçmez mi doktor hanım?" sorusuyla gelen yaşlı amcayı görebilmeyi... Bir de soyunurken utanan hastalar grubu var." Bacaklarımı kocama bile göstermem sana ne diye göstereyim doktor bey" diyerek ağrıyan bacaklarından şikâyet edenlerin bir araya geldiği şenlikli bir gruptur. Grup üyelerinden birini görev alacağım hastahanede görmeyi isterdim şahsen. Gülmekten çene kaslarınızı ağartanlar ise genelde hekimin sorularına korkarak yahut tereddüt ederek cevap veren hastaların oluşturduğu gruptur. Ateist oğlundan gizleyerek tuttuğu orucu hekimin "Oruç tutuyor musunuz, ilâci ona göre vereyim " demesi üzerine , oğlunun gözlerine baktıktan sonra ivedi şekilde "Tutuyordum ama bıraktım!!" diyerek yanıt verenlerin öncülük ettiği ve ne yalan söyleyeyim mutlaka görmem gerektiğine inandığım gruplardan sadece bir tanesidir.
Yurt dışındaki fakültelerde yahut fakülte hastahanelerinde anlatılacak bir şey fazla yoktur. Her şey olması gerektiği gibidir ve belkide traji-komik dedikleri de böylesi bir şeydir. Eeeee, ne demişler (bendeniz) , "Önümdeki aşı alın razıyım ama muhabbetim benimdir karışmayın...".
Karganın sesini bilmeyene bülbüllerle dolu bir bahçe vaad edilir mi hiç? Kürkü olmayana kral, sohbeti olmayan yere yuva denir mi? Retorik sorularımı şikâyet etmek istiyorsanız 000000000000 ve 000000000001 numaralarından ulaşabilirsiniz. Gözlerinize vermiş olduğum rahatsızlıktan ötürü asla pişman olmadım, olmayacağım da... :)
Sohbetlerinizin bol olması temennisiyle dostça kalın efendim....
Görkem ErcanMontpellier,
Fransa_03 Aralık 2009_16:35

Hiç yorum yok: